21 Kasım 2017 Salı

KIRIM GERÇEĞİ

Kırım ölmüş ölmüş ama yeniden yeşile bürünüp dirilmiş.

Kırım, bir zamanlar Deşti Kıpçak denilen Büyük Tataristan’ın parçasıydı. Ve yine bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içerisindeydi.  Daha sonra süper güçlerin, devlerin mücadelelerine sahne oldu. Bin bir oyun ve savaşların ardından Rus İmparatorluğu’nun hâkimiyetine girdi. Böylece acı ve zulüm dolu yıllar başladı… Tarih, 1944 yılının 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan geceyi gösterdiğinde, Kırım Tatarlarının kapısına dayanan Sovyet askerleri onları silahlarıyla ata yurdundaki son uykularından uyandırıyordu.  “Bu öyle bir uyanış ki, bir süre sonra çoğu için ebedi bir uykuya dönüşecekti. 15–20 dakika içerisinde ne olduğu anlamadan kamyonlara doldurulan bu insanlar, en yakın tren istasyonlarında kendilerini bekleyen hayvan vagonlarına yüklenecek ve buralardan da silahların gölgesinde Sibirya’ya, Orta Asya’nın bozkırlarına, Özbekistan çöllerine, Urallar’a sürülecekti.

Büyük çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan 112 bin 78 Kırımlı Tatar aile, nereye götürüldüklerinden bile habersiz, haftalarca sürecek bir ölüm-kalım yolculuğuna çıkarılacak, bunlardan 195 bin 471 kişi bu ölüm yolunda açlık, susuzluk ve salgın hastalıklardan dolayı hayatını kaybedecekti.

Gerek Sovyet Rusya ve gerekse dünya basınında yer almış belgelere göre; bu insanların toplam sayıları 423 bin 100’dü. Bunların 200 bini sadece çocuktu ve bu sayı kadınlarla beraber toplamda yüzde 89,5 gibi bir rakamı ifade ediyordu. Bu da o dönemdeki toplam Kırım Tatar Türkü nüfusunun ortalama yüzde 46,3’üydü.

Sağ kalanlar kurtulduklarına sevinemediler

Bu sürgünden sağ kalanlar da kurtulduklarına hiçbir zaman sevinemeyeceklerdi. Çünkü birçoğu sadece birkaç yıl fazla yaşayabilme şansını bulabilecekti. Bu esir Tatarlar, tam 1944 yılından 1956 yılına kadar, yerleşim birimlerinden çok uzak yerlere kurulan “Toplama Kamplarında” esir hayatı yaşamaya mahkûm edileceklerdi.

Bu kamplarda birbirlerinden koparılacaklar, işkence görecekler, öldürülecekler, sakat kalacaklardı. Direnenler ise ağır hapis cezaları ile cezalandırılacaklardı. Özbekistan'da 1966 yılında sürgün sonrası sağ kalan Kırım Türkleri konusunda yapılan bir araştırmada, bu insanların yüzde 46,2'sinin kötü yaşam koşullarından dolayı bir veya iki yıl içerisinde hayatlarını kaybetmiş oldukları ortaya çıkacaktı.   Bu işkence Stalin’in ölümüne kadar sürecekti. Onun ölümüyle Kırım Tatar Türkleri “Toplama Kampları”ndan çıkma imkânını bulacaklar; ancak ne var ki, hiçbir zaman anavatanları Kırım’a dönme ve yerleşme iznine kavuşamayacaklardı.

Bu sürgünde hep Kırım Tatarlarının “Nazi işgal kuvvetleri ile işbirliği yaptıkları” iddiasında bulunan Sovyet Rusya, savaş sonrası Sovyet Rus ordusundan terhis edilen Kırım Tatarı subay ve askerlerini bile anavatanlarına sokmayacaktı. Onlar da ya Orta Asya’ya gönderilecekler veya sürgün edilmiş ailelerini bulabilmek için dört bir tarafa dağılacaklardı. 

Evet, bu sürgün uygulamaya konulurken Sovyet ordusunun çeşitli kademelerinde görev yapan tam 53 bin Kırım Tatar Türkü bulunmaktaydı. Bunlardan 12 bini de Kırım’da Nazilere karşı savaşarak kan dökmüştü. Savaş bittiğinde ise tam 30 bin Kırım Tatarının Sovyet Rusya için hayatını feda ettiği ortaya çıkacaktı ve Moskova bu insanların kendileri için hayatını feda ettiğini görmezlikten gelecekti.  Görülüyor ki, sürgünün gerekçesi sadece uydurma bir senaryodan ibaretti. Yani, bu gayet bilinçli, önceden planlanmış ve Kırım Tatarlarını top yekûn ortadan kaldırmaya yönelik bir “soykırım” hareketiydi. Yani, 18.yy sonlarından itibaren Kırım’da uygulamaya koyduğu soykırım ve sürgün politikalarının bir ileriki aşamasıydı.  1967 yılında iş işten geçtikten sonra ise, Sovyet hükümeti Kırım Tatarlarına yaptığı bu haksızlığı kabul etmek zorunda kalacaktı. 5 Eylül 1967 tarihinde Sovyet hükümeti aldığı bir kararla, Kırım Türklerinin vatanlarından haksız yere sürüldüklerini dünya kamuoyuna duyuracaktı.

“Vatanın ve hakların iadesi” konusunda, Sovyet hükümetine karşı Kırım Tatarlarının verdiği mücadelesinin bir zaferi olan 5 Eylül 1967 tarihli bu karar, binlerce Kırımlı aile için umut olacaktı. Ancak, rejim baskıları yüzünden sadece 200 kadar aile Kırım’a geri dönmeyi başarabilecekti. Bu baskılar Gorbaçov’un 1987’de başlattığı “Glasnost ve Perestroika” dönemine kadar sürecekti. Gorbaçov’dan sonra Kırım’a dönüş hızlandırılacak, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1991 yılından itibaren de en yüksek seviyelere ulaşacaktı. 1994 yılında artık Kırım’a yerleşmek için gelenlerin sayısı 260 bini bulacaktı…”

Tatar kardeşlerimizin Kırım’dan Özbekistan’a, Özbekistan’dan Kırım’a savruluşları, acıları böyle özetleniyordu…

Acı ve vahşet dolu hikâyeler

Sovyet diktatörü Stalin’in emriyle bir gece yerlerinden yurtlarından sökülen, eşya gibi vagonlara doldurulup, hiç bilmedikleri diyarlara sürgüne yollanan, ağır işkencelere, zulümlere, soykırımlara maruz kalan kardeşlerimizin diyarı Kırım’da bulunduğum süre içerisinde geçmişe ait korkunç hikâyeler duydum. Yarım asır önce yaşanan trajediydi, dinlediklerim.

Kanla karılan toprağın, kanlı toprakla karılan Kırım Tatarlarının yaşadığı hikâyelerdi onlar…

Acı ve vahşet dolu hikâyeler…

Yaşlısıyla genciyle acıyı yaşamış, sürülmüş, katledilmiş, yalnız bırakılmış, tecrit edilmiş ama yine de dik duranların hikâyeleri…

Hikâyede, vagonlar, dipçikler, hastalıklar, soğuk, açlık, sefalet ve ölüler geçiyordu, öksüz kalan çocuklar yüzüyordu içinde…

Anlatılanları duydukça tüylerim diken diken oluyor, içimi hüzün kaplıyordu. Yardım götüren İHH ekibiyle birlikte gün boyu yaşadığımız curcunaya rağmen derinlerde bir yerlerde keder yüklü bir acının boğazıma düğümlenmesini, gözlerimi yakmasını engelleyemiyordum.

Dinledikçe de; ne bizlerin ne de tüm insanlığın bu topraklarda yaşanan göçlerin, savaşların ve trajedinin boyutunu tam olarak bilmediğini, dahası Kırım’ın ülkemizde tam olarak bilinmediğini, bu toprakların yeterli biçimde tanınmadığı gibi, tanıma gayretinde de bulunulmadığını fark ediyordum.

…Ve bu toprakların ölmüş ölmüş ama yeniden yeşillere bürünüp dirilmiş olduğunun da bilinmediğini öğreniyordum.

“Kırım’dan söz açıldığında herkes ağlaşırdı”

Akmescid’de bulunan Camii Kebir’in avlusunda banka oturmuş sohbet eden iki yaşlı dedenin yanına yaklaşıyorum. Rıfat Harbaba ve Seyid Bekir adlı dedelerle kısa kısa bir tanışmanın ardından sohbete başlıyoruz. Onlar da Özbekistan’a sürgüne gönderilmişler. Onların da sürgün hikâyesi tıpa tıp bir birine benziyordu: Acı, çile, vagon, sürgün, ölüm ve sefalet… Kırım’a dönüşlerinin nasıl olduğunu soruyorum: Derin bir iç geçiriyorlar. “Özbekistan çöllerinde yaşamak bize çok ağır geliyordu.  Kırım’ın taşına toprağına, bağına, bahçesine, suyuna hasrettik. Vatan hasretiyle yanıp tutuşuyorduk. Her günümüz Kırım türküleriyle, manileriyle, geçiyordu. Kırım’dan söz açıldığında hasretle anar, yaşlı genç demeden herkes ağlaşırdı. Kırım’a dönmek için büyük mücadeleler verdik. Geri döndüğümüzde kendi evimize gittik, bir de ne görelim; doğduğumuz büyüdüğümüz evde başkaları yaşıyordu. O evin ve arazilerin bizim olduğunu söylesek de dinletemedik. Sonra bir yere ev yaptık…”  Gece bir hayli ilerlemişti…

2.BÖLÜM (08.10.2008)“Türkiye’de bizden söz ediliyor mu?”


Günbatımıyla yeşilin, kırmızının, kahverenginin enfes tonları muhteşem bir görüntü ortaya çıkarmıştı.

Kırım Hanlığının başkenti olmuş Bahçesaray’da "Hansaray, Gözyaşı Çeşmesi, Gaspıralı Müzesi ve Zincirli Medrese"yi gezmiştik.

Kayaların arasından yüzünü son kez gösteren güneş etkisini kaybetmek üzereydi.

Trajedisi, modern dünyanın tanık olduğu en büyük trajedilerden biri olan Tatarların toplu sürgününü yaşamış bir dede ile sohbet etmek üzere Akmescit yolu üzerinde Bahçesaray’a bağlı Tavbadrak Köyü’nde bir eve misafir olduk.

Bu ev, Kırım’da beni hiç yalnız bırakmayan güzel insan Haydar'ın dedesi ve teyzesinin birlikte yaşadığı evdi.

 Odadan içeri girdiğimde yaşlı ve yorgun gözlerle Ukraynaca mı yoksa Rusça mı olduğunu anlamadığım Kiril alfabesiyle yayımlanmış gazete okuyan 80 yaşındaki dedeyi görüyorum.

İçeri girdiğimizi fark edince ayağa kalkmak için hamle yapıyor.

Daha doğrulmamışken, çektiği korkunç eziyetlerin izlerini taşıyan elini öpüyor, yanına oturuyorum.

Haydar, daha önce geleceğimizi söylemiş olacak ki beni karşısında görünce hiç şaşırmıyor.

Sımsıcak bir şekilde “Hoş geldiniz!” diyor. Ve eliyle işaret ederek yanına oturmamı istiyor.

Sohbete başlar başlamaz duyduğum ilk soru karşısında ne diyeceğimi bilemiyorum.

 Hiç beklemediğim bir soruydu bu. Adeta bir tokat gibi yüzüme çarpmıştı.

“Türk kardeşlerimizin bizlerden haberi var mı?” çok anlamlı bir soruydu, bu.

Ne diyeceğimi şaşırdım.

Soruyu duymazlıktan gelmeye çalıştım, zira verecek cevap bulamamıştım.

Bu kez farklı bir tonda tekrarladı “Türkiye’de bizlerden söz ediliyor mu hiç?”

Yine cevap vermek istemedim.

“Türkiye’de bizlerden söz ediliyor mu?”

Nasıl bir cevap verilebilir ki böyle bir soruya…

Ne diyebilirdim ki?

“Elbette” demeyi düşündüm fakat devamında “Öyleyse niçin” diye başlayan bir soruya muhatap olmaktan endişe ettim. Dedenin sitemini sözlerle ifade etmesine gerek yoktu zaten.

Bakışlarıyla “Neden sahipsiz bıraktınız bizi?” der gibiydi. Belki de ben suçluluk duygusuyla böyle yorumluyordum. Sitem yüklü olsa da olmasa da bu çok yakıcı bir gerçeği ortaya koyuyordu:

Kardeşliğin, dostluğun sıcaklığını hissettirememişiz, onlara… Köklerimiz, dinimiz bir olan aynı dili konuştuğumuz, benzer hisler taşıdığımız, benzer davranışlar sergilediğimiz kardeşlerimiz yanı başımızda, Karadeniz’in karşı kıyısında yaşıyorlar ama sanki Okyanus ötesindeymiş gibi uzak durmuşuz, onlara… Sıkıntılarına, problemlerine karşı kayıtsız kalmışız … Yalnız bırakmışız onları…

Dahası “Kırım Türkleriyle dayanışmalıyız ” diyen sivil toplum kuruluşlarının çığlıklarını da duyan olmamış. Herkes gibi biz de sorunlarıyla baş başa bırakmışız…

Doğru dürüst bilgi sahibi bile değiliz onlar hakkında. Öğrenmek için herhangi bir çaba da göstermiyoruz…

Hayır, böyle olmamalı!

Bu gerçekleri düşünerek cevap veremedim.

Nuri dede, daha fazla ısrar etmedi.

Ben de bakışlarımı kaçırarak konuyu dağıtmak için sorusuna cevap vermek yerine kendisine yeni bir soru yönelttim:

“Sürgün gecesini anlatır mısınız?”

Bizi karşılarken yüzünde beliren kocaman tebessüm kayboldu. Gözleri durgunlaştı. Suratı asılır gibi oldu. Sorumu hemen cevaplamadı.

 Çok kısa bir süre düşündükten sonra, başını kaldırdı, “korkunç bir geceydi” dedi.

Adeta birkaç saniye içerisinde, yaşadıkları kabus dolu günler film şeridi gibi gözünün önünden geçti.

Alnı kırıştı.  Söze nereden başlayacağını bilemiyor gibiydi.

 Acıyla, “Almanlara yardım yaptığımızı iddia ederek Kırım halkının tümünü topluca sürdüler.. Büyük küçük, yaşlı, genç, kadın, çocuk demeden Tatar adı taşıyan herkesi sürdüler” dedi.

Hatırladıkça hüzünlendiği belliydi.

Gözlerindeki acı belirginleşti, “ 1944 yılıydı… Yetişkin olan, çocukluktan çıkmış bütün  Tatar erkekleri, cephede savaşıyorlardı. Annemin üç çocuğu vardı. En büyüğü bendim. 1941 yılında 15 yaşlarında bir çocuktum. Sovyet ordusu, Kırım’ı ele geçirdikten yanlış hatırlamıyorsam yaklaşık bir ay sonraydı. Dışarıda bir takım gürültüler oluyordu, evde hiç kimse uyumuyordu. Herkes çok tedirgindi. Çok geçmeden büyük bir gürültüyle kapı vuruldu. Üç silahlı asker kapımıza dayanmıştı. "Size 15 dakika müsaade. Hazırlanıp kapının önünde bekleyin." diye bağırdılar. Yanımıza doğru dürüst bir şey alamadan vaktiniz doldu diye itekleyerek bizleri evden çıkardılar”

Nuri dedenin yaşadıklarını hayal ettim. Korkunç bir şeydi, anlattıkları. Bir an empati yaptım. Kendimi onun yerine koydum. Evde otururken kapıyı çalan askerlerin yaşadığım evi terk etmemi istemesini düşündüm. Hayali bile korkunçtu…

18 gün boyunca aç susuz seyahat ettik

Yutkunarak anlatmaya devam etti, “Tüm köy halkını köy meydanında topladılar. Hava aydınlanmıştı…Bir yere gidemiyorduk. Akşama doğru arabalara bizi bindirerek tren istasyonuna götürdüler. Tren bize yaklaşık 10 km uzaklıkta Bahçesaray’a yakın bir yerdeydi.  Orada bizleri vagonlara bindirdiler. 18 gün boyunca aç susuz tıka basa insan dolu vagonlar içerisinde seyahat ettik. Vagonda ayak basmaya yer yoktu. Balık istifi olmuştuk adeta Bir vagona 50–60 aileyi tıkıştırmışlardı. Annem ve 3 çocuk bilinmeze doğru yol alıyorduk.”

Yanlış mı anladım acaba diye sordum:

“Yolculuğunuz 18 gün sürdü öyle mi? “

Büyük çileler yaşamış olan yorgun başını sallayarak “ evet” dedi, “18 gün…”

“Babanız yok muydu?”

“Babam savaştaydı. Asker olarak Ermenistan’da görev yapıyordu.”

Kafasını kaldırarak yüzüme baktı. “Hepimiz bindikten sonra askerler vagonun kapısını kapattılar. Vagonlarda hastalar da vardı, yaşlılar da. İçeride karanlıktan birbirimizi dahi tanıyamıyorduk. Vagonun içi o kadar doluydu ki kimse oturamıyordu. Tuvalet ihtiyacımızı insanların üstüne basa basa vagonun bir köşesine girip yapıyorduk. Artık hiç kimse kimseden utanmıyordu.”

Duraksadı, “Yağmur yağdığında vagonun üstünden sular içeri doldu. Sular içerisinde kaldık.”

Sanki rüyada konuşur gibiydi, sesi derinden geliyordu,

“Bizi vagonlardan indirdikleri yer, Taşkent’e yakın bir yerdi. Şaşkındık. Ne yapacağımızı bilemiyorduk. Trende bulunan herkesi mi oraya indirdiler yoksa birkaç vagonu mu indirdiler orasını bilemiyorum. Su yoktu… Var olan sular da çamurlu ve pis sulardı. Hava çok sıcaktı… Yanımıza aldığımız erzaklar da yağmurdan ıslanarak çürümüştü. Gittiğimiz yerlerde, toprak kazılarak yapılmış çukurdan zemlenka adı verilen evcikler vardı. Daha önce o evciklerde hapis yatan mahkûmlar kalıyormuş. Taşkent’e gittiğimizde çok hastalandım. O evciklerin birisi de sağlık ocağıydı. Bir ay kadar orada yattım. Kötü şartlar ve pislik dolayısıyla tifo hastalığı yayıldı. Temizlik yapacak su yoktu. Sadece 5 dakika dışarı çıkıyordum. Hastalık dolayısıyla çok zayıflamıştım. Öyle ki zor ayakta duruyordum. Duvarlara tutuna tutuna yürüyordum. Her gün 18–20 kişi hayatını kaybediyordu. Ölüleri yıkayacak, gömecek adamlar yoktu. Çünkü o sırada savaş tüm hızıyla sürüyordu.”

“Bizi oraya öldürmek için götürdükleri belliydi”

Sesi titremeye başladı. Üzgün gözlerle süzdü beni. “Kırım’dan sürgün edildikten 1 yıl sonra savaş bitmişti. Gittiğimiz yerde ne ekmek vardı ne de başka bir yiyecek. Olanlar bizim için çok pahalıydı. Zaten paramız yoktu. Çalışanlara da para verilmiyordu. Sadece ekmek veriyorlardı. Bazıları sadece karın tokluğuna çalışıyorlardı.  Bazı kimseler nehir üzerinde elektrik üreten barajda çalışmış olabilir, bilemiyorum. Biz orada çalışamadık.. Barajın kazılması işleri vardı. Araba ve diğer teknolojik gereçler yoktu. İnsanlar kazdıkları toprakları zor şartlarda taşıyorlardı. Ben çalışamıyordum. Çoğu insan da çalışamıyordu. Çünkü herkes hastaydı. Aslında hiç kimsenin ayakta duracak hali yoktu.  Sonbahar gelince kolhozlara dağıtıldık. Birkaç aileyi bir arada dağıtmaya başladılar. Bazıları üç aile bazıları 2 aile şeklinde dağıtıldı. Biz iki aile bir odanın içinde birlikte yaşamak zorunda kaldık. Onlar 5 kişi biz ise 4 kişiydik. Havalar soğumuştu. Odun yoktu, su yoktu. Yaşamı sürdürecek hiçbir ortam yoktu. Bizi oraya öldürmek için götürdükleri belliydi.”

“Orada size nasıl davranıyorlardı?”

Gözleri mi nemlenmişti, bana mı öyle gelmişti anlayamadım. Bakışlarını kaçırıp anlatmaya devam etti. “Ben kolhozda çalışmaya başladım. 15 yaşındaydım. Çocuk yaşta ve de sağlıksız bir bünyeye sahip olduğum için oradaki şartlar bana çok ağır geliyordu. Oradan kurtulabilmek için Özbek okuluna kaydoldum. Birinci sınıfa giderken annem vefat etti. 2 kardeşim yetimhaneye alındı. O vakitler bizim serbest dolaşma hakkımız yoktu. Bir yere gitmek istediğimiz zaman, izin almamız gerekiyordu. Hiçbir hakkımız yoktu…

Daha sonra bizi Taşkent’e götürdüler. Orada 3 yıl çalıştım. İşletmede bulunan yatakhanede kalıyordum. Köye gittiğimi duyduklarında beni hapse attılar. İzinsiz dolaştığım gerekçesiyle beni hapse tıktılar. 1956 yılına kadar bu durum böyle devam etti. İzin almaksızın bir yere gidemiyorduk.  Bu kuralı çiğnemenin cezası 20 yıl hapisti. 56’dan sonra bu kanunu iptal ettiler… İşte bu şartlar altında yaşamak zorunda kaldık.”

“Özbekistan’da ne kadar kaldınız?”

Yorgun gözleri mahzunlaşmıştı. “Daha sonra okumaya gittim. Teknik okula kaydoldum. 3 yıl okuduktan sonra devam mecburiyeti olmayan açık öğretimde gaz sistemleri bölümünde okudum. Mezun olduktan sonra Taşkent Gaz İdaresi’nde çalıştım. Tam 32 yıl boyunca orada çalıştım.”

“Kırım’a dönüşünüz nasıl oldu?”

Az önce anlattıklarının etkisiyle dalgındı “Bu süreçte de çok sıkıntılar yaşadık. Toprak verilmedi. Büyük zahmetlerle inşa ettiğimiz evleri yok pahasına sattık, ana vatanımıza dönebilmek için. Eşim orada vefat etti.”

İçim burkuldu. Suratında ağır, yorgun ifade vardı “Bunun üzerine ben de geri döndüm. Kırım’da devlet bize toprak vermediği için çocuklarım ve torunlarım zorla aldıkları bu topraklar üzerine ev inşa ettiler. Ben de onların yanına döndüm. Çocuklarım şimdi küçük de olsa birer ev sahibiler… Bana da toprak verilmesi için 3 yıl önce dilekçe yazdım. Ancak bu talebime henüz cevap verilmedi. Bizi, toprak verilmesiyle alakalı bir kanun olmadığını söyleyerek sürekli olarak oyalıyorlar. Ancak şu anda bizim önceden Kırım’da terk etmek zorunda kaldığımız evlerimizde, arazilerimizde Ruslar yaşıyorlar.”

“Bizim evimizde şimdi 2 Rus ailesi oturuyor”

“Nerede yaşıyordunuz?”

Sustu, gözleri dolmuştu. Başını öne eğip bir süre öylece kaldı. Sonra burnunu çekerek başını kaldırdı. “Bahçesaray’dan Sivastopol’e giderken, 12 km sonra Yalta yolunun kenarında… O evde şu anda 2 Rus ailesi oturuyor… Ne evi ne de arazileri geri vermiyorlar. Ukrayna hükümeti bizim hakkımızın geri verilmesini sağlamıyor. İnsanların mecburiyet dolayısıyla aldıkları bazı hazine arazilerini polis zoruyla tekrar geri alıyorlar. Öte yandan böyle bir durumda hapse atıyorlar. Bizim haklarımızı koruyan kollayan kanun yok. Yasalar aleyhimize… Suçlu olmasan bile suçluymuş gibi ceza veriyorlar. Orada evlendim. 7 çocuğum vardı. 5 oğlum, 2 kızım. Hepsi burada şimdi. İhtiyarlayınca onların yanında yaşıyorum.”

“Türkiye denildiğinde ne hissediyorsunuz?”

Gözleri acıyla kısıldı. Sanki gözyaşlarını içine akıtıyordu. “Sovyet döneminde Türkiye’den söz etmek mümkün değildi. Hiçbir zaman mevzu bahis olmuyordu. İsminden bile söz edilmiyordu. Sürgün edildiğimizden Türkiye’nin haberi olmuştur. O zaman savaş dönemiydi. Çok kötü bir dönemdi. Bundan dolayı olsa gerek Türkiye’den bir yardım göremedik. İnşallah, Türkiye’de bizim hakkımızda güzel şeyler söyleniyordur. “

Kederli olan oda iyice duygusallaştı…

Kırım’da çok şey anlatan fotoğraf karesi

Dil Tarih Fakültesi Dekanı Doç. Dr. Refik Kurtseitov ile söyleşi yapmak üzere gittiğimiz Kırım Tatar Pedagoji Üniversitesi’nin koridorlarında Ayşe Bariyeva’ya rastlıyoruz.

Refik hocayı bekletmemek için başörtüsü dikkatimi çeken Ayşe ile konuşamıyorum.

Fakat onu bu kez Bahçesaray’a bağlı Tavbadrak Köyü’nde görüyorum.

Sürgünü konuşmak için gittiğim Nuri dedenin yaşadığı evde Ayşe’yi görünce şaşırıyorum. Ayşe, Nuri dedenin torunuymuş.

Nuri dede ile sohbetin ardından Ayşe’ye başörtülü olarak derslere girebiliyor musun?

“Evet”

 “Okulunuzun hemen hepsi açık öğrencilerden oluşuyor. Başörtülü olman dolayısıyla herhangi bir baskı oluyor mu, arkadaşların ya da hocaların tarafından?”

“Hayır” dedi ve ekledi “ Arkadaşlarımla aramda hiçbir sorun yok”

Bu sırada salona orta yaşlarda bir bayan giriyor, “annem” diye tanıştırıyor.

Anne Zareyama Bariyeva’ya  “Kızınızın başörtülü olmasından rahatsız oluyor musunuz?” şeklindeki soruma, “asla” diyerek karşılık veriyor.

Kimse kimsenin örtüsüne karışmıyor…

Ne okulda, ne evde ne de sokakta…

Birkaç kare fotoğraf aldıktan sonra İHH’nın gıda dağıtımına yetişmek için acele ediyoruz.

3.BÖLÜM (09.10.2008)

“Allahım, Özbekistan’daki kardeşlerimizin geri dönmesini nasip eyle!”

Çokrak Köyü’ndeyiz, bir diğer adıyla Rodnikovoye… Güneş kızıllığını kaybetmiş, hava kararmak üzereydi. İftara yaklaşık yarım saat vardı.

İHH ekipleri kapı kapı dolaşarak tüm hızıyla gıda paketi dağıtıyordu.

İhtiyaç sahibi bir ninenin kapısını çaldık. Bizi karşısında gördüğünde yorgun gözleri mutluluktan parladı. Hiç şaşırmadı. Anlamıştı Türkiye’den geldiğimizi. Zira İHH yıllardır, Anadolu insanının şefkat elini Kırım Tatarlarının eliyle buluşturuyordu.

Erzak dolu yardım paketini alan nine Kur’an-ı Kerim’den kısa birkaç süre okudu.

Ellerini semaya açtı.

Mutluluk ve hüznün birbirine karıştığı tonda dualar etti…

Türkiye ve Türk kardeşlerine güzellikler ihsan etmesi için Rabbine yakarışlarda bulunduktan sonra orada bulunan herkesi etkileyen bir dua döküldü dudaklarından:

“Allah’ım, Özbekistan’daki kardeşlerimizin Kırım’a dönmesini nasip eyle!”

Çok duygulanmıştık…

Bencil değillerdi. Sadece kendilerini düşünmüyorlardı.

Vatan hasretiyle yanan ancak dönmeleri engellenen kardeşlerini düşünüyorlardı.

Aynı kaderi paylaşmışlardı…

Yaşadıkları korkunç trajedi akıllarından çıkmıyordu, öyle ki; genç erkekleri cephede savaşırken onlar ne olduğunu bile anlayamadan ölüme gönderilmiştiler. Kırım'da tek bir Tatar dahi bırakılmamıştı. Arabat isimli köyde unutulan ve sürgün vagonlarına bindirilemeyen Kırım Tatarları bir gemiye bindirilerek Karadeniz açıklarında batırılmış ve onlarda bu şekilde imha edilmişti.

Sürgüne yollandıkları Orta Asya steplerine vardıklarında nüfusunun yaklaşık yarısını feci şekilde kaybetmiştiler…

Uzun yıllar orada hayatta kalma mücadelesi vermiş ve sonunda vatanlarına dönebilmiştiler. Fakat Özbekistan’da kalanlar, geri dönme imkânı olmayanlar, çıkarılan zorlukları aşamayanlar… İşte onları unutmamıştı Çokrak Köylü nine…

Kendileri Kırım’a dönmüş olsalar da akılları Özbekistan’da kalmıştı.

Kırımlı kardeşlerimizin vatan hasretinin çarpıcı örneği

Tatar ninenin tavrı ve sözleri, yıllarca vatan hasretiyle yanıp tutuşup da geri dönemeyen her Kırımlı gibi daha önce okumuş olduğum 1947 yılı sonbaharında Paris’te Sein nehri kenarında cesedi bulunan bir Kırımlının acı yaşam öyküsünü hatırlatıyordu. Nehrin kenarında bulunan cesedin üstünden çıkan evraktan Kırımlı bir Türk olduğu, 2. Dünya Savaşı’nın akıntılarına kapılarak yurdunu kaybettiği; savaş sonunda Paris'te kaldığı ve çok yoksul bir yaşam sürdüğü anlaşılmış. Aşağıdaki şiir onun cebinden çıkmıştı:

“Bu kent her şeyiyle bana yabancı,

caddeler, binalar, bütün insanlar!..

öyle hasretim ki ezan sesine

ararım çevremde minare, cami

lakin takılırım çan kulesine

her semtin muhteşem kilisesine

yad’el elemleri sarar içimi

uzaklarda yurdum, buradan çok uzak

her mevsim güneşli masmavi göklü,

camili, kubbeli, kümbetli, köşklü

ozanlı, garipli kervansaraylı

hele insanları alplı giraylı

yok haber onlardan, baba evinden

bu yüzdendir halim kopuk bir yaprak

her şey çok uzakta, benden çok uzak.

gözlerim daima engine dalar

isterim ki her an anayurdumda

dağları dumanlı yaslı Kırım’da

duvarında mavzer ve Kur’an olan

ata ocağında, bizim konakta

bir bakır sinili sofra başında

iftar beklenilsin dua edilsin

ve sessiz sedasız yemek yenilsin

sonra şadırvanda abdest alınıp

hep birlikte teravihe gidilsin…”

“Bu kez Özbekistan sorun çıkarıyor”

Uluslar arası Yardım Teşkilatı (İHH) ekibiyle birlikte kırtasiye yardımı yapmak üzere gittiğimiz Milli Mektep’te İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenim görmüş olan Kerim ile Kırım Tatar Türklerinin sorunlarını konuşuyoruz.

“Kırım’a geri dönüş sürüyor mu?”

“ Kırımlıların geriye dönüşleri devam etmektedir. Yurtlarına dönen Kırım Tatarlarının sayısı 300 bine aşmıştır. Özellikle Özbekistan'da bulunan Kırım Türkleri geriye dönmek istiyorlar ancak, Özbekistan yönetimi dönüşe izin vermemekte ve çeşitli zorluklar çıkarmaktadır.

“Ne gibi zorluklar?” diye sorduğumda adını hatırlamadığım diğer Kırım Gençlik üyesi  de “Kırım’a dönmek isteyenlerden Özbek hükümeti buradan toprak satın alma şartını getiriyor. Buradan toprak satın aldığını belgeledikten ancak 1 yıl sonra dönmelerine izin veriyor.”

Tekrar Kerim’e soruyorum.

“Rusların baskıları direncimizi artırdı”

“Geri döndüğünüzde şartlarınız nasıldı?”

 “Biz sıfır noktasından işe başladık. Hatta sıfır bile değildi. Eksilerdeydi. Ne hakkımız vardı ne de hukukumuz…Bizim lehimize olan hiçbir kanun yoktu. Her şey aleyhimizeydi. Vatandaşlık vermiyorlardı. Bir sürü problem vardı. 15 yıl içerisinde, çok önemli gelişmeler oldu. Bu da neden oldu?  Ruslar gibi tembel olmadığımız için. Öte yandan her gittiğimiz yerde Rusların baskılarıyla karşılaştık. Bu da bizim için ayrı bir direnç oluşturdu. Yapmazsak olmaz, olmazsa olmaz düşüncesiyle hareket ederek durumumuz düzelttik.”

“Dönüş nasıl ve hangi şartlar altında oldu?”

“Yardım almaksızın, herkes kendi çabasıyla…”

“Özbekler dönüşümüze izin vermek istemedi, Ruslar da Kırım’a sokmak..”

“Peki dönüş izni nasıl alındı?”

“Sovyetler Birliği dönemiydi. Tek devlet vardı. Gorbaçov’un iktidarında geri dönüş gerçekleşti. Daha önce böyle bir şeyi aklının ucundan bile geçiremezdin. Çok küçüktüm, hatırlıyorum. Ninem “Kırım’a dönüyoruz” dedi. Zira televizyonda, Gorbaçov’un Kırım Tatarlarının işbirliği yaptığı iddialarının doğruları yansıtmadığını söylediğini duymuştu. Gerçi Gorbaçov’un bizim aleyhimize kullandığı cümleleri, kötü sözlerini duymamıştı. Toparlandığımızı gören Özbek komşular “ nereye gidiyorsunuz ?” diye soruyorlardı, şaşırarak. Özbekler dönüşümüze izin vermek istemedi, Ruslar da Kırım’a sokmak istemedi. Biz dairemizi satarken çıkarılan zorluklar dolayısıyla evimizi yok pahasına sattık. Bunu hemen herkese yaptılar. Anne annemler, dayımlar hala orada…”

“Akrabaların geri dönmeyi düşünmüyorlar mı?”

“Dönemiyorlar. Ekonomik zorluklar dolayısıyla… Geri dönüşü zorlaştırmak için bilet ücretleri bile çok artırıldı. Geçmişte 60 dolar olan biletler bugün 500-600 dolar.” “Kırım Tatarları şimdi artık buraya geri döndüklerinde sorunlarla karşılaşıyorlar mı?”

“Eskiden evet ama şimdi geçmişe oranla çok problemle karşılaşmıyorlar. Örneğin eskiden bir akrabama vatandaşlık vermediler ama askere çağırdılar onu. Bu insanlık dışı bir şeydi. Garip kanunlar vardı. Daha doğrusu hukuksuz kanunlar… Mesela bir de işin yoksa Vatandaşlık vermiyorlardı. Vatandaş olmayanlara da iş vermiyorlardı. Yani birisi olmazsa diğeriyle engelliyorlardı. Mantık dışı kurallardı. Hâlâ var, mantıksız kurallar. Şimdi sorunu Özbekistan çıkarıyor.”

“Vatana dönmüştük ya, gerisi önemli değildi, bizim için…”

KIırım’da bulunduğum süre içerisinde beni hiç yalnız bırakmayan misafirperverliğin en güzel örneğini sergileyen pırıl pırıl bir genç Haydar Saidabdulla…

Kırım Gençlik Cemiyeti üyesi…

Milli ve manevi değerlere sımsıkı sarılan gençlerden birisi.

Ekonomi bölümü mezunu ancak inşaatçılık yapıyor.

“Niçin ekonomi değil de inşaat, iş mi yoktu?” diye soruyorum.

“Hayır” diyor, “ tercihimi bu yönde kullanmak istedim.”

Haydar, Özbekistan’dan Kırım’a dönerken küçük bir çocuktu. Kendisine, Kırım’a dönerken neler hissettiğini sordum.

 “Biz orada misafirdik. Kendi vatanımıza dönünce evimize döndüğümüz duygusunu yaşadık.”

Sevinçle söylüyordu, bunları..

“Ne gibi sıkıntılarla karşılaştınız?”

Sanki bir an yaşadıkları sıkıntılar gözünün önüne geldi.

Biraz durgunlaştı, “ Kırım’a döndüğümüzde tüm aile bir odada yaşadık. Zamanla evimizi genişlettik. Elektrik yoktu. Su yoktu. Yol yoktu. Buraları çamurdu.”

Umudunu kaybetmemişti aksine mutluydu, “İlk 3 yıl bizim için zor oldu ama şimdi şartlarımız düzeldi. Çalışıp kazanıyoruz, çok şükür”

“Özbekistan’da yaşarken Kırım hakkında ne düşünüyordun?”

“Büyüklerimiz bize sürekli olarak Kırım’ı anlatıyorlardı. Hepimiz Kırım’ın hasretiyle yanıp tutuşuyorduk. Dolayısıyla yaşadığımız sıkıntılar bize hiç zor gelmedi. Vatana dönmüştük ya gerisi önemli değildi, bizim için…”

4.BÖLÜM (10.10.2008)

“Asimilasyon tehlikesiyle karşı karşıyayız”

Gaspıralı İsmail Bey Okulu’ndayız. Tam adıyla “Büyükonlar” Oktabiskoye I-III Kademeli İsmail Gaspıralı adında Genel Tahsil Mektebi.

 Okul, Türkiye'yle tarihi ve kültürel bağları bulunan Orta Asya, Kafkasya, Karadeniz ve Balkan Ülkeleri'ne kalkınmalarında destek vermek amacıyla kurulan Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA)  tarafından modern bir biçimde restore edilmiş.

Müdire hanımın odasına giriyoruz.

Odaya girer girmez masanın yanındaki duvarda Ukrayna Devlet Başkanı Yuşçenko’nun resmi arka duvarda Gaspıralı İsmail beyin resmi ve dolabın üzerindeki 2 adet Kur’an-ı Kerim ile cami maketi dikkatimi çekiyor.

İHH tarafından yapılacak olan kırtasiye yardımı dolayısıyla müdire hanım oldukça mutluydu.

Ayrıca yardım dağıtacak ekipte yer alan eski öğrencilerini görmüş olmanın mutluluğunu da yaşıyordu.

Müdire hanıma adını soruyorum.

“ Semedlayeva Alime İzetovna.”

“Okulunuzda toplam öğrenci sayısı ne kadar hocam?” diyorum.

“300 öğrenci. Hepsi de Kırım Tatarı…”

Kırım’da sadece bu okulda Rus ya da Ukraynalı öğrenci yokmuş.

“Hangi dilde eğitim veriliyor?”

“Kendi dilimizde eğitim vermek için çaba gösteriyoruz. Yavaş yavaş bu sürece doğru ilerliyoruz.”

“Bu okul, Türkiye tarafından mı kuruldu yoksa restore mi edildi?”

“Okulumuz 1993 yılında hükümet tarafından kuruldu. Ancak Türkiye tarafından çok güzel bir biçimde geçen yıl restore edildi. Sınıflar modernleştirildi. Okulumuz güzelleştirildi. Sınıflarımıza kalorifer döşediler. Artık çocuklarımız üşümüyor. Tuvaletlerimizde su yoktu…

“Problemleriniz nelerdir?”

“Şimdi bizler, defter, fotokopi ve dosya kâğıdı gibi kırtasiye araç gereçlerine ihtiyaç duyuyoruz. TİKA, sağ olsun geçtiğimiz yıl öğrencilerimizin tümüne eşofman takımı ve spor ayakkabısı dağıttı.”

Yurtdışında güzel hizmetlere imza atan TİKA’nın başarılı faaliyetleri göğsümüzü kabartıyordu.

“Türkiye’den beklentileriniz nelerdir?”

“Biz Türkiye’den güzel yardımlar aldık. Ancak şu aşamada; öğrencilerimizin tümünün okul kıyafeti olmasını temenni ediyoruz. Bu şekilde kıyafet giyildiğinde yoksul öğrenciler kompleks yapıyor. Bazı ailelerin ekonomik durumu iyi olmadığı için onlar çocuklarına güzel kıyafetler alamıyor. Bu da fakir öğrencilerin psikolojisini olumsuz bir biçimde etkiliyor. Dolayısıyla tek tip kıyafet olsa bu sorun ortadan kalkar. Bu yönde bir yardım olursa seviniriz.”

“Eğitimde Rus, Tatar, Ukraynalı gibi bir ayrım var mı, iş bulmakta etnik ayrımcılık rol oynuyor mu?”

“İş bulma konusunu bilmiyorum ancak eğitim konusunda herhangi bir ayrım söz konusu değil. Sosyal yaşamdaki sorunlar, okullar arasında yaşanmıyor. Zira okulda siyaset olmaz. Dolayısıyla okullar arasında herhangi bir sorun yaşamıyoruz. Biz çocuklarımıza anadilini öğretmek, başka milletlerin kültürlerine saygı göstermek gerektiğini öğretiyoruz. Aksi takdirde bir arada yaşamak mümkün değil.

“Okullarda dini eğitim var mı?”

“Dini eğitim, 10. ve 11. sınıflarda İslam Dini Kültürü dersinde, kendi hocamız tarafından veriliyor. Onun dışında camilerde de dersler veriliyor. ”

“Kırım Tatarları için en büyük tehlike olarak neyi görüyorsunuz?”

“Asimilasyon tehlikesiyle karşı karşıyayız.”

Eğitim de büyük sorun

“Bu okulu tercih etmeyen Tatarlar niçin tercih etmiyor?”

 “Eğitimin güzel olmadığı şeklinde propagandalara aldanıp çeşitli bahanelerle bu okula çocuklarını göndermeyen aileler var. Ancak bugüne kadar 600’e yakın mezun verdik. Hemen hepsi yüksek okulu bitirdiler. Mezun ettiğimiz öğrencilerin burada ders vermelerini arzu ediyorum. Başka milletlerin eğitimini alırsak, dilimizi, dinimizi, kültürümüzü nasıl koruyabiliriz ki? Okul; çağdaş, kültürlü, dinini bilen çocuklar-bireyler yetiştirmekle vazifelidir. İnşallah, bu özelliklere sahip öğrenciler yetiştirmeye devam edeceğiz.

 “Özbekistan’dan Kırım’a döndüğünüzde ne tür problemlerle karşılaştınız?”

“Öncelikle barınma sorunuyla karşılaştık. Yaşayacak, başımızı sokacak evlerimiz yoktu. İşsizlik… İş yoktu. Ailelerin geçimini temin etmek için her türlü işe başvurdular. Pazarcılık yaptılar. Daha sonra ticarete atıldılar… “

“Herkes vatan vatan vatan diyordu”

“Sürgünden döndüğünüzde, Kırım’a vardığınızda ne hissettiniz?”

“Vatanımıza geldiğimiz için çok mutlu olduk. Vatan için pek çok Kırım Tatarı canından oldu. Vatan özlemiyle yanıp tutuştuk. Kırım Tatarları dönmek için her şeyi göze aldılar. Bu esnada çok vahşice tutumlara, davranışlara maruz kaldılar. Herkes vatan vatan vatan diyordu. Bunu engellemek mümkün değildi.”

Daha sonra dini yaşama sorunlarıyla karşılaştıklarını söyleyen müdire hanım, “ camilerimiz yoktu, o zaman. Camiler inşa ettik. Çok şükür 15 yıl içerisinde çok yol kat ettik. Çok önemli işler yapıldı. Okullar açtık, üniversiteler açtık, kütüphaneler, tiyatro salonu açtık… Daha pek çok işler yapıldı.”

 Hep birlikte kırtasiye yardımlarını dağıtmak üzere sınıflara geçtik.

Öğrenci ve öğretmenlerin dağıtım esnasında yaşadığı mutluluk görülmeye değerdi…

Okul koridorlarının duvarlarında asılı Kırım Tatarları’nın mücadelesinde hizmeti geçen kişilerin portreleri, Mimar Sinan tarafından yaptırılan Cuma Camii’nin tablosu ve milli figürlerin yer aldığı resimler dikkat çekiyordu.

“Türkiye’den destek bekliyoruz”

Cemil Krikov…

Kırımlı müzik ustası…

Tasavvuf müziği, halk müziği ve de eski Kırım Hanları’nın eserleri konusunda çalışmalar yapıyor.

Kendisiyle Kırım Haber Ajansı’nda tesadüfen karşılaştık.

Kırım’da sanatçıların sorunları ve de sanata gösterilen ilgi düzeyini öğrenmek istiyordum.

Acelesi vardı…

Kendisine,  müzik çalışmaları sırasında ne gibi sıkıntılar yaşadığını, zorlukların aşılmasında beklentilerinin ne olduğu yönünde kapsamlı bir soru yöneltiyorum:

Kırım’da en büyük sıkıntılarının müzik aleti yoksunluğu olduğunu, milli çalgılarını bulmakta güçlük çektiklerini söylüyor. “Ayrıca” diyor, “Metotlarımız yok, notalarımız yok."

Fakat diye ekliyor, minnettar bir ifadeyle “Bazı eksikliklerimizi İsmet beyin çabaları, Kültür Bakanlığı’ndan İrfan beyin yardımları sayesinde giderdik,  müzik aletlerimizi yeniledik.”

Bu sanat dalının ölmemesi şart diyerek sözlerini sürdürdü. “Kırım Tatarlarının binlerce yıllık geleneğinde âşıklar olmasına rağmen bugün sadece 3 kişi bağlama çalabiliyor. Bu değerlerin kaybedilmemesi için çaba gösterilmeli…”

Yüzünde mahcup bir ifade beliriyor,“Yarım asra yakın süredir Özbekistan’da sürgünde kaldıktan sonra vatanımıza döndük. Bu süreçte çok sıkıntılarımız oldu. Ekonomik ve siyasi ancak ben sanatçı olarak bunların dışındaki sorunlara temas etmek istiyorum. Özellikle bir kez daha vurgulamak istiyorum: Milli çalgı aletlerini bulmak bizim öncelikli sıkıntımız. Müzik eğitimi verme konusunda da sıkıntımız var. Türkiye, bazı alanlarda yardımlar yapıyor, Türkoloji bölümlerine bilgisayar, kitap gibi desteklerde bulunuyor ancak ben bir sanatçı olarak müzik eğitimi konusunda da destek verilmesini istiyorum.”

Dil Tarih Fakültesi DekanI Doç. Dr. Kurtseitov:

“Kırım Tatarları çok çocuk yapmalı”

Öğleden sonra Kırım Tatar Pedagoji Üniversitesi’ne gidiyoruz. Dil Tarih Fakültesi Dekanı Doç. Dr. Refik Kurtseitov ile görüşeceğiz.

Sekreteri hocanın derste olduğunu belirttikten sonra nazik bir şekilde sandalyeyi işaret ederek oturmamızı söylüyor. Birkaç dakika geçmeden Refik hoca içeri giriyor.

Yüzünde kocaman bir tebessüm. Sıcak bir karşılama…

Hemen odasına davet ediyor.

Zamanını almamak için hemen söyleşiye geçiyorum.

“Adı Kırım-Tatar Üniversitesi olduğu için soruyorum” diyorum, “ “Öğrencilerin hepsi Tatar mı?

Başıyla “Hayır” dedikten sonra, “ yüzde 60’ı Tatar”

“Türkiye ile öğrenci değişimi ya da benzeri ortak proje var mı?”

“Türkoloji bölümünde okuyan 5-6 öğrencimiz Türkiye’ye staj yapmak için gidiyor.”

“Bu sayı az değil mi?”

“Evet, gerçekten bu sayı az” diyor.

Yüzünde tatlı ama sitemkâr bir ifade beliriyor, “Biz, Türkiye’yi sadece çanak antenler vasıtasıyla görebiliyoruz. Ancak bizler Türkiye’yi ziyaret etmek, tarihi eserleri yakından görmek, bilim adamlarıyla görüşmek istiyoruz. Bu amaçlarla öğrencilerimizi Türkiye’ye götürmeyi düşünüyoruz. Bizim Türkiye’de önemli tarihçilerimiz var. Mesela İlber Ortaylı… Türkiye ile köklü ve güçlü dostluklarımız ve fikir birliğimiz var.”

Bu arada bu anlamda Bilkent Üniversitesi ile anlaşmalarının olduğunu söylüyor.

Sıkıntılarının ne olduğunu öğrenmek için “Öğrencilerin bu üniversiteden aldıkları diplomanın denkliğinin tanınıp tanınmadığını” soruyorum.

“Maalesef tanınma meselesi bir sorun olarak karşımızda duruyor” diyor ve ekliyor. Ukrayna Milli Eğitim Bakanlığı’nın uyguladığı prosedürlerden sonra bazı girişimlerde bulunmak geliyor. Ancak bu konuda güzel gelişmeler var.”

“Tarih derslerinde Osmanlı’dan söz edilmediğine ilişkin bazı bilgiler edindik. Bu doğru mu?”

“Osmanlı’nın Kırım tarihinde önemli bir yeri vardır. Dolayısıyla Osmanlısız bir tarih söz konusu olamaz. Tarihi eksik anlatmak doğru olamaz. Biz de yetişkin, çok bilgili ve deneyimli tarihçilerimiz var. Tarih bölümünü 2 yıl önce açtık.”

Kırım’da öğrencilerin toplumsal olaylara bakışını merak ediyorum. “Dünyada olup bitene karşı duyarlılar mı yoksa..?” diye soruyorum.

“Elbette… “ diyor.

“Tatar gençlerin ailelerine bağlılıkları nasıl? Gözlemlediğim kadarıyla büyüklerin gençler üzerinde ağırlığı çok fazla”

“Evet, büyüklerin sözü geçmektedir. Gençler çoğunlukla anne ve babasının sözlerine uyarlar.”

“Maddi durumu nasıl Tatarların?”

Sürekli ümitvar konuşuyor, “Kalkınmaya başladılar. Her geçen gün iyiye doğru gidiyor.”

Turuncu Devrime çok umutlar bağlamıştık

“Turuncu Devrimle birlikte ne gibi değişim oldu?”

“Çok umutlar bağlamıştık ama düşündüğümüz gibi olmadı. Bizim için pek değişen bir şey olduğu söylenemez. Kırım’da 600 mektep var, 16’sı Tatarlara, kalanları ise Rus ve Ukraynalılara ait Rus mekteplerinde birkaç saat Kırım Tatarca dersi veriliyor. Bu çok yetersiz. Kırım Tatar sınıflarını açarak dilimizi yaymamız ve de güçlendirmemiz lazım. Dolayısıyla daha çok okul açmalıyız. Bir okulda 3 sınıf varsa birisi Rus, birisi Ukrayna birisi de Kırım Tatar sınıfı olmalı. Biz bunun için hocaları hazırlıyoruz. Her iki dilde eğitim verecek pedagoglar yetiştiriyoruz. Savaştan önce ilk, orta ve lise olmak üzere 400’e yakın Kırım Tatar okulu vardı. Ayrıca Pedagoji Üniversitesi vardı… Ama hepsini yok ettiler, kitapları, gazeteleri yaktılar…”

“Konu sürgüne gelmişken soruyorum: Sürgün halkta nasıl bir travma yaptı?” diye sordum “Kırım anayasasında 3 dil devlet dili olarak geçmekteydi. Kırım Tatarcası, Rusça ve Ukraynaca…95’de yeni yasa kabulünde Kırım Tatarca ve Rusça alındı. Ukraynaca kaldı.  Eğer dilimizi yok ederlerse tekrar baştan o dili kalkındırmak çok zor olacaktır” dedi.

Refik hocanın verdiği cevaptan sorumu anlamadığı belli oluyordu. Ancak ben de üstelemedim. Sorumu değiştirerek, “Kırım Tarları, Rus ve Ukrayna halkı arasında etnik bir sorun yaşanıyor mu?” diye sordum.

“Sıradan insanlar yani halklar arasında bir problem yaşanmamaktadır. Ancak siyaset alanında politik çekişmeler yaşanıyor. Seçimlerde herkes kendi taraftarlarını güçlendirmek için var gücüyle çalışıyor.”

“Ancak bizi rahatsız eden bir konu var. Bizlere karşı askeri Kozak bölükleri oluşturuyorlar. Rus imparatorluğu döneminde olduğu gibi…21. Asırda onların yapacağı bir şey yok ama ancak onlar yine de Kozak bölüklerini ortaya çıkarmaya çalışıyorlar.”

Bu olumsuz tabloyu dinledikten sonra, “Kırım Tatarlarının geleceğini nasıl görüyorsunuz?” diyorum.

“Ben optimist bir kişiyim, dolayısıyla şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bizim geleceğimiz parlak olacaktır. Bunun için ailelerimiz çok çocuk yapmalı. Kırım Tatar halkı en çok genç nüfus oranı olan halktır. Bu sayı daha da artırılmalı.”

Teşekkürler Celal İçten…  Teşekkürler Kırım Türkleri Derneği…

KırımTatar Pedagoji Üniversitesi Dil Tarih Fakültesi Dekanı Doç Dr. Refik Kurtseitov’un odasına çıkarken bir dersliğin kapısında bulunan yazı dikkatimi çekiyor. Yazıda şöyle deniyor: “Bu kafedranın  (dersliğin) donatımı ve tamiri Türkiye’de yaşayan vatandaşımız Celal İçten tarafından yaptırılmıştır.” Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Celal İçten’in bu örnek yardımı dolayısıyla gururlanıyor, kendisini ve başkanı olduğu derneği çalışmalarından dolayı içtenlikle kutluyorum.

5.BÖLÜM (11.10.2008)

Kırım, bıçak sırtında

Kırım’da yaşanan güncel olayları Türkiye başta olmak üzere Avrupa, Amerika ve tüm dünyadaki Kırım Tatarları’na bildirmek görevini üstlenen Kırım Haber Ajansı’na  (QHA) gidiyorum.

QHA, Kırım ve diaspora arasında bilgi akışını sağlayan bir köprü rolü üstlenmiş. Türkiye Türkçesi, İngilizce ve Rusça yapan tek haber ajansı… 2006 yılında kurulmuş.

QHA Genel Koordinatörü İsmet Yüksel ajansın kuruluşu ve hedefleri hakkında bir süre konuştuktan sonra sohbetin konusu Kırım ve Ukrayna eksenine kayıyor.

 “Turuncu devrim sırasında şu andaki mevcut yönetime Kırım Tatarları açık destek verdi. Peki bu desteğin karşılığını alabildi mi?” diye soruyorum.

“Maalesef bunun karşılığını alamadılar. Kırım’daki yerel yönetimde Tatarlara daha fazla yer verilebilirdi ama sadece iki bölgenin valiliğini verdiler. Onun dışında pek fazla bir şey vermediler. Kesinlikle beklentileri karşılamadı”

“Kırım Tatarlarının talepleri nelerdir?”

“Öncelikle adaletli toprak dağılımı… Yanı sıra diğer milletler gibi ibadethane yapmalarına imkân verilmesi. Diğerleri ibadethanelerini hiçbir engelle karşılaşmaksızın yaparlarken, Kırım Tatarlarına ciddi engeller çıkarıyorlar. Merkez Camii inşaatı söz konusu oldu örneğin. Üniversitenin yanında cami yapımına izin vermediler. Kırım Tatarları, “Peki, siz yer gösterin” dediler. Bunun üzerine Yalta yolu üzerinde bir yer gösterdiler. İşlemler başlatıldı. Gerekli izinler alınması için girişimlerde bulunuldu. Fakat belediye orada da cami yapılmasına karşı çıktı. Ve “yanlışlıkla orada yapabilirsiniz demişiz. Burası olmaz gidin şu dağın bir yerine yapın” cevabını verdiler. Bu tavır dolayısıyla Kırım Tatarları konuyu mahkemeye taşıdı. Üç kez mahkeme kararı alınmasına rağmen, belediye kararı uygulamadı… Ve geçtiğimiz günlerde belediye “.Biz burayı park yapma kararı aldık” şeklinde bir açıklama yaptı. Bunun üzerine Tatarlar tekrar harekete geçti. Bir kampanya başlattılar. Çadırlar kurup bayraklar çektiler. ‘Burayı vermeyeceğiz’ diye direniş göstermeye başladılar. Buna benzer her türlü toprak sorunu çıkarıyorlar.”

“Buna cami olduğu için mi izin verilmiyor?”

“Hayır” dedi başını sallayarak, “ Kırım Tatarlarının isteğinin bir ibadethane için olması şart değil. Buraya cami değil de halk evi, kültür evi kuracağız deseler yine aynı tepkiyle karşılaşırlardı.  Sorun, buradaki Kırım Tatarlarını kabul edememekten, içine sindirememekten kaynaklanıyor.”

“Bu tutum hükümetin tutumu mu yoksa kamuoyu baskısından mı kaynaklanıyor?”

 Gelişmelere vakıf olduğu, fotoğrafı duygusallıktan uzak, objektif bir biçimde okuduğu her halinden belli oluyordu.

“Burada siyasi olarak iki grup var. Birisi Rusya yanlısı diğeri Ukrayna yanlısı… Ukrayna milliyetçileri burada yok denecek kadar az. Kırım Tatarları, şu anda mevcut hükümete verdikleri destek dolayısıyla Ukrayna milliyetçisi olarak adlandırılabilir. Ve hükümete verdikleri her türlü sözü yerine getiren bir toplumdur, Kırım Tatarları… Diğer yanda hem bu desteği hem de Kırım Tatarlarının vatana geri dönüşlerini hazmedemeyen Rusya yanlısı gruplar var. ”

“Rusya ile birleşmeyi mi istiyorlar?”

Hiç duraksamadan cevap verdi.

“Evet, bu yüzden burada referandum şu anda yapılmamalıdır. Zira şu anda Kırım’da Ruslar yoğun olarak yaşamaktalar. Referandumun sonucunu bahane eden Rusya, Gürcistan’da yaptığı gibi Kırım’ı tanıyabilir. Dolayısıyla Gürcistan’da yaşanan şeyler Kırım için de geçerli. Hiç kimse gelecekte bunun olmayacağı garantisini verebilir ki?

Mustafa Cemiloğlu bir demecinde şöyle demişti: Müdahale için Gürcistan’da olduğu gibi zamana ihtiyaç yok. Çünkü Sivastopol’de hazır Rus kuvvetleri bekliyor. Dolayısıyla Kırım bıçak sırtında…”

Kırım Tatarlarının ana yurdundaki mevcut durumu en çarpıcı bir biçimde bu cümle anlatıyordu: Kırım bıçak sırtında…

“Rusya ve Ukrayna’nın temel anlaşmazlık sebebi nedir?

“Kırım’dır. Sivastopol’deki Rus donanmasının durumundan kaynaklanmaktadır, asıl anlaşmazlık.”

“Rusya’dan direkt kötülük gördükleri için ABD’yi tercih ediyorlar eğer….”

“Milliyetçilerin normal şartlarda ne ABD’yi ne de Rusya’yı desteklememesi gerekirken Ukrayna milliyetçilerine baktığımızda Turuncu Devrime katkıları dolayısıyla ABD’ye destek verdiğini duyuyoruz. Bu bir çelişki değil mi, yoksa Rus tehdidi mi onları böyle bir şeye yöneltti?”

“Şöyle bir tabir vardır ya; ‘denize düşen yılana sarılır’ diye… Bu söz en güzel bir biçimde bu durumu izah ediyor. Onlar şöyle düşünüyor: Rusya mı kötü, Amerika mı? Kim bize kötülük yaptı? Rusya mı, Amerika mı? Geçmişte bu topraklarda suni bir açlık yaşatıldı. Buradaki buğdaylar Rusya’ya Moskova’ya taşındı. Halk Sovyetler döneminde çektiği acıları unutmuş değil. Rusya bu zulmü yaparken Ukrayna’dan Kanada’ya kaçanlar oldu. Şu anda Ukrayna’nın Kanada’da ciddi ve güçlü bir diasporası var. Amerika ise bunlara kucak açtı. Dolayısıyla bundan hareketle tercihlerini yapıyorlar. Amerika’dan herhangi bir kötülük görmemişler. Ama Rusya’dan tarih boyunca sürekli olarak kötülük görmüşler. Ukrayna halkını geçmişte kılıçtan geçirmişler, açlığa mahkum etmişler, sürgüne göndermişler, esir etmişler, aydınlarını kesmişler. Böyle bir durumda Rusya açık bir tehdit ve açık bir düşman… Bir yanda böyle bir millet var, diğer tarafta da bugüne kadar hiç muhatap olmadıkları, kötülük görmedikleri ABD. Diyeceksiniz ,ABD’nin bugün Irak’ta yaptıkları çok mu farklı? Hayır değil… Fakat bugün Irak’a Rusya gitse ne olur? Irak halkının tümü Rusya’yı destekler çünkü Ruslardan herhangi bir kötülük görmüş değiller…

Orada Iraklıya turuncu devri mi yoksa Rusya mı diye tercihleri sorulsa kesinlikle Rusya derler…”

“Ukrayna bölünme korkusu yaşıyor mu?”

“Evet, Ukrayna bölünme korkusu yaşamaktadır. Turuncu Devrim’den sonra bazı belediyeler kendi kendilerine bazı kararlar aldılar. Ayrılacağız gibi… Fakat şu anda Ukrayna hükümeti bütünlüğü sağlıyor. Mevcut hükümetin artık buralarını Rusya’ya kaptıracağını zannetmiyorum. Her ne kadar tehdit ve tehlike sürse de…”

“Gürcistan-Rusya savaşından Kırım ve Ukrayna nasıl etkilendi?”

“Gürcistan savaşında Sivastopol’den 4 savaş gemisi ve askerlerin gitmesi, tabii ki insanlarda tedirginliğe yol açtı. Halk, “ eyvah, acaba Gürcistan’dan sonra sıra Kırım’a mı geldi?” endişesine kapıldı.” 

“Rus üsleri tehdit olarak görülüyor, öyle mi?”

“Ukrayna’nın NATO’ya girme talepleri var. Ancak Ukrayna’nın NATO’ya üye olabilmesi için Kuzey Atlantik Asamblesi’nin kurallarına göre, yabancı bir güce ait kuvvetlerin o ülke içerisinde bulunmaması gerekiyor. 2017 yılında Ukrayna’nın Rusya ile anlaşması bitiyor. Ukrayna Savunma Bakanı, ‘endişe etmeyin Rus kuvvetleri 2017’de gidecek’ şeklinde beyanat verirken, bazı Rus milletvekilleri örneğin Komünist Partisi’nin Kırım’daki lideri diyor ki: “2017’de Rus Karadeniz filosu burayı asla terk etmeyecek.”  Dolayısıyla bu tartışmaların verdiği stresi halka da yansıyor. Bazı insanlar, savaş sırasında Rusya yanlısı gösteriler yaparken bazıları da Rusya karşıtı, Gürcistan yanlısı gösteriler yaptı. Rus yanlıları o kadar ileri gittiler ki, pankartlarında Ukrayna’yı gaza boğalım çağrısı yaptılar. Yani, gaz ve demografik yapı kozunu oynayın çağrısında bulundular… Tehlikeli sloganlar atıldı. Dolayısıyla burada yaşayan mevcut durumu benimsemiş insanlarda endişeye yol açıyor, bu gelişmeler…”

Konuyu yeniden kardeşlerimizin sorununa getiriyorum.

“Kırım Tatarları yerleşim sorununu nasıl çözüyor?”

“Kırım Tatarları, önemli mücadeleler veriyor. Bazı yerleri işgal ediyor demek doğru olmaz zira buraları kendi toprakları. İnsan kendi vatanını işgal etmiş olmaz. Geri almak da denemez buna. Türkçe nasıl bir karşılığı vardır, şu anda hatırlamıyorum ama Tatarlar buna “basıp alma” diyorlar. Onlar dilekçeyle o toprağı talep ediyorlar. Çocuğum evlenecek, bize yer gösterin ev yapalım diyorlar. Onlar da ret cevabı verince insanlar toplanıyor, oralara bayrak dikerek küçük küçük kulübeler yapıyor ve burası bizimdir diye ilan ediyorlar. Ve oraları mahalleleri olarak ilan ediyorlar. ”

“Gece kondu gibi mi?”

“Gece kondu gibi ancak ilk geldikleri dönemde kurdukları mahalleler muhteşemdi. Fakat burada ince ve hassas bir nokta var. Kırım Tatarları’nın önderliğini yapan hükümetin tek resmi muhatabı olan Kırım Tatar Milli Meclisi, halka söz geçirmekte zorlanıyor. Halkın yapmış olduğu bu eylemleri, yasal çerçevede tutmaya çaba gösteriyor. Fakat bazen dinletemiyor. ”

“Milli Mektepler açılmazsa çocuklarımız asimile olacak”

“Kırım Tatarları’nın en önemli sorunu nedir?” diye soruyorum.

“Bana kalırsa topraktan da gazdan da elektrik ve yoldan da daha önemlisi anadilde eğitim konusudur. Kırım Tatar çocuklarının yüzde 90’ı karışık okullarda okuyor. Dil ve kültür yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Kırım’da sadece 15-16 Milli Mektep var. Bu okullarda sadece bazı dersleri Kırım Tatarca görüyorlar. Kırım Tatar hocalar derslere giriyor. En azından bu okuldan içeri girdiklerinde okula girdiklerinde ‘selamun aleykum’, ‘aleykum selam’ diyorlar. Bu çok önemli… Bunun gelişebilmesi ve öğrencilerin taleplerini karşılayabilmesi için en 150-200 tane Milli Mektep açılmalıdır. Şu anda Kırım Tatarları’nın yüzde 10’u bu okullardan faydalanabilmektedir. Yüzde 90’ı Ruslarla karma eğitim görmektedir. Dolayısıyla onların kültüründen etkilenerek yetişmektedir. Bu durum, dile yansıyor. Okul ve arkadaş çevresi sebebiyle anadilini konuşamayan bir nesil ortaya çıkmış oluyor. Bu da asimilasyona sebep oluyor. Rusların istediği de bu zaten!

Stalin, Kırım Tatarları’nın yok olması için onları Özbekistan’a sürgüne gönderdi. Kırım Tatarlarının Özbeklerle evlenip kaynaşarak yok olmasını planladı ama planlar tutmadı. Hedeflerine ulaşamadılar. Fakat bu kez Kırım’a döndüklerinde farklı bir şey ortaya çıktı. Asimilasyon tehlikesi belirdi. Toparlayacak olursak; ibadethane yani cami açılmasına izin verilmesi, yönetimlerde temsil oranın düzeltilmesi Kırım Tatarlarının taleplerinden önemlileridir. Şu anda Ukrayna Parlamentosu’nda 8 Kırım Tatar milletvekili var. Ancak nüfusa oranla bu rakam en az 10 olmalı. Çünkü Kırım Tatarları’nın nüfusu yüzde 13.

“Sayısal olarak Kırım Tatarlarının toplam nüfusu ne kadar?”

“350 bin deniyor ancak bence çok daha fazla çünkü dönüşler devam ediyor.”

“Göç sürüyor, öyle mi?”

“Evet, geçmişteki gibi olmasa da dönüş sürüyor. 1990 toplu göçünde olduğu gibi bir durum söz konusu değil. Özbek sürgün bölgesinde 2 türlü insanlar kaldı. Ya çok fakirler ya da orada ciddi iş kurmuş kişiler. Orta halli olanların çoğu göç etti. Emekli ayrılanlar, gayrı menkullerini rayiç bedeliyle satanlar, iş yerlerini devredebilenler dönüyor. Hızını kaybetmiş olsa da geri dönüş sürüyor.”

 “Ekonomik durum nasıl?”

“Kırım, tarım ülkesi aynı zamanda turizm bölgesi. Ukrayna’da olduğu gibi tarım ürünleri hasat edilmese de Kırım’da buna elverişli topraklar var. Yalta dağlarının dışında her yer düz ova… İki sınıfın ortaya çıktığını gözlemledim. Ya çok zenginler ya da çok fakirler. “

“Bunun Turuncu devrimle alakası var mı?”

“Şimdi her şey oturmaya başladı. Gayrı menkuller akıl almayacak bir biçimde arttı. 1 m2 yerin satış fiyatı 1500–2000 dolara fırladı. Merkezden söz etmiyorum… Eskiye nazaran ekonomik durumda iyileşme var.”

“Emekli maaşı ne kadar?”

“100 Dolar civarında”

“Çalışan bir öğretmenin maaşı ne kadar?”

“120 dolar civarında… Ancak bu gerçek bir gösterge değil. Bu maaşla geçinmek imkânsız ...

Bu durum da insanları rüşvete yöneltiyor. Doktora bile rüşvetle gidiliyor, dolayısıyla durumu siz tahmin edin.”

 “Devlet dairelerinde çalışan Kırım Tatarları var mı?”

“Evet var… Şu anki başbakan yardımcısı Kırım Tatarı. Sağlık Bakanı yardımcısı bir Kırım Tatarı. Sosyal İşler Bakanı Tatar, başka yardımcılıklarda bulunan Tatarlar var. Alt birimlerde çalışan memurlar da. Ancak bunlar istenilen seviyede değil. Nüfusa oranla çok az sayıda Kırım Tatarı devlet memuru olarak çalışıyor.”

“Ne gibi işlerle uğraşıyorlar, daha çok?”

“Kırım Tatarları daha çok ziraatla uğraşıyor. Ticaret ve pazarcılık yapıyor.”

Kırım Tatarları çok çalışkan insanlar

“Ekonomik durumları standartların altında mı?”

“Standartların altında değiller.  Zira Kırım Tatarları çok çalışkan insanlar. Sürgünde de olsun burada olsun çok çalışan insanlar. İş ayrımı yapmaksızın çalışıyorlar. Geri döndükleri 15–20 yıl içerisinde önemli refah seviyesine ulaştılar. Gözle görülür biçimde ciddi bir iyileşme var ekonomik durumlarında… Parmakla gösterilecek işadamları çıktı, Kırım Tatarları arasında. Çok kısa dönem olmasına, bu denli engel ve zorluklara rağmen aradan sıyrılmaları büyük başarıdır, doğrusu. Bütün bu başarı, çalışkan oluşlarından kaynaklanmaktadır.”

“Son olarak sormak istiyorum: Burada basın özgürlüğü var mı?”

“Basın özgürlüğü eski Sovyet Cumhuriyetleri içerisinde en demokratik ülkenin Ukrayna olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Dolayısıyla basın özgürlüğünün olduğunu söyleyebilirim. Azerbaycan’ı da Özbekistan’ı da görüyoruz… Burada hiçbir gazeteci savundukları ya da yazdıkları doğru haberler nedeniyle hapse atılmıyor.”

6.BÖLÜM (12.10.2008)

Kırım Tatarları’nın lideri Mustafa Cemiloğlu:

Bizleri unutmayın!

Başkent Akmescit’in merkezinde bulunan Kırım Parlamentosu’nun, hemen karşısında yeni inşa edilen devasa kilisenin ve Osmanlı’nın Kırım’ı terk edişini sembolize eden anıtın yanından farklı duygular içerisinde geçerek, her iki yanı park ve bahçelerle bezenmiş olan Salgır Nehri’nin yakınına inşa edilmiş Kırım Tatar Millî Meclisi binasına vardık.

Güz güneşi etkisini yitirmiş, bir yerlerden gelen tatlı bir esinti görünmez parmaklarıyla tarihi binayı usulca okşamaya başlamıştı.

2. Dünya Savaşı sırasında Rusya'nın Nazi yanlısı olmakla suçlayıp büyük işkencelere maruz bıraktığı Kırım Tatarları'nın lideri Mustafa Cemiloğlu ile randevumuz vardı.

64 yıllık yaşamının 25 yılını zindanlarda geçiren, Kırım Tatarlarının vatana dönüş mücadelesinde büyük rol oynayan, açlık grevleri ve protesto gösterileriyle “yaşanan zulme” dikkat çeken Kırım Tatar Milli hareketini örgütleyen Cemiloğlu, Kiev’den döner dönmez  bizi  yorgun argın ayağının tozuyla kabul etmişti.

Kendisini daha fazla yormamak için hemen söyleşimize başladık.

İlk sorumu, “Kırım Tatarlarının sorunları nelerdir?” diye sorarak yönelttim.

“Bu konuda birkaç saat konuşabilirim. Zira Kırım Tatarlarının sorunlara çok fazla” dedi.

Biraz duraksadı. “50 yıllık sürgünden sonra vatanına dönen bir milletin sorunlarının fazla olması çok doğal. Her milletin elbette sorunları vardır. Ancak bizim sorunlarımız diğerlerinden çok farklı.”

“Bize düşmanca bakan insanların arasına geldik”

Oturduğu koltuktan öne doğru hafifçe hamle yaparak biraz daha doğruldu, önemli sosyolojik bir gerçeğe işaret ederek “Öncelikle bize hoş geldiniz diyen insanların arasına gelmedik. Buraya, bize düşmanca bakan insanların arasına geldik. Bir çok şeye sıfırdan başlamak zorundaydık. Okullarımız yoktu. Camilerimiz yıkılmıştı. Kitaplarımız yakılmış, kültürümüz yok edilmek istenmişti.”

Sesinde kendinden son derece emin bir liderin güveni hissediliyordu. Sözcüklerin üzerine basa basa konuşuyordu.

“Bugün gelinen noktada da sosyal ve hukuki problemlerimiz devam ediyor. Toprak problemimiz var. Ancak sorunlar yavaş yavaş çözülüyor. Yani; 1991 yılı ile bugünkü durumumuzu kıyasladığımızda  aralarında çok büyük fark var. Mesela  o zaman çadırlarda yaşıyorduk. Şimdi ise konutlarda. Dolayısıyla adım adım bir ilerleyiş söz konusu.”

“Eğitim en önemli sorunumuz”

“Fakat “ dedi, “Şu anda bizi en fazla rahatsız eden şey; okul- eğitim sistemi. Ana dilimizde eğitim veren okullar yeterli değil. Çocuklarımıza ana dilimizi öğretemiyor, ana dilde eğitim veremiyoruz. Ukrayna devleti her yıl bütçesinden bize sosyal problemlerimizin çözülmesi için bütçe ayırıyor. Ancak ayrılan miktar yeterli değil. Örneğin 70 milyon Grivne dolar bazında 10-12 milyon dolar civarında. Fakat Avrupa standartlarında sadece bir okul inşası bile 4-5 milyon dolar civarında. Bu bütçe okul yapmak, yollar yapmak, gaz ve elektrik hizmeti götürmek mümkün değil... Dolayısıyla bu ve benzeri sıkıntılarımız çok fazla…”

“Ukrayna’da seçimlerde Batı yanlısı Yuşçenko’ya açık destek verdiniz. Bu destekte Rusların yıllar önce yaptığı büyük zulüm ve günümüzde izlediği politikaların etkisi var mı, niçin Yanukoviç değil de Yuşçenko?”

“Yuşçenko, demokrasi yanlısı, Batı taraftarı ve de Ukrayna’nın geleceğini Avrupa Birliği’nde gören bir lider. Yanukoviç ise, Rusya’ya daha yakın olmak isteyen bir lider. Kırım’da Yanukoviç’e daha çok bölücü Ruslar destek veriyor. Ama Yuşçenko devlet başkanı olduktan sonra maalesef müspet adımlar atılmadı. İktidara geldiğinden bu yana sürekli olarak iç tartışmalarla uğraşıyor.”

“ Görüştüğüm, konuştuğum Tatarların hepsi Ukrayna yönetimini destekliyor. Rusya’ya ve Yanukoviç’e tepki gösteriyor. Burada Rusya’nın güçlenmesine karşı çıkıyorlar. Dolayısıyla Kırım Tatarları bu desteğini karşılığını alabiliyor mı, herhangi bir kazanım elde edemiyorlar mı?”

Sanki üç tarafı denizle dört tarafı kederle çevrili topraklarda yaşayan halkının çektiği acılar gözleri önünde belirdi. Şaşmaz gerçeği o kadar yumuşak bir üslupla  söylüyordu ki, “Kırım Tatarları’nın Rus taraftarı olması mümkün değil. Çünkü Rusların elinde olduklarında neler  yaşadıklarını çok iyi biliyorlar.”

Son derece doğal bir tavırla, “Rusya ve Ukrayna arasında çok fark var. Ukrayna’da Ruslar gibi fanatik davranan ırkçılar yok. Bize daha yakın davranıyorlar. Az önce belirttiğim gibi Ukrayna devleti bize yıllık bütçesinden belli bir miktar yardım veriyor. Fakat kesinlikle ayrılan yardım miktarı yeterli değil. Dolayısıyla sosyal sorunlarımız çözülmüyor.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder